Ana Sayfa Haberler Vicdanın yükselişi…

Vicdanın yükselişi…

8
0
haberler , son dakika haberler , son dakika haber , haber , en son haber


İsra ve Miraç olaylarını doğru okumak ve örfi bir imkân olan kandil gecelerinin ihyası ile ilgili hakikate ulaşmak adına ilahi hitabın “onlar ki sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar” emrince lütfen sonuna kadar okuyalım;

Bir gece, kendisine delillerimizden gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya (en uzak mescide) yürüten Allah yücedir. Şüphesiz ki O duyandır, görendir.(İsra,1ayet)

İsra, gece yürüyüşü demek.

Yani Mekke’den etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısım ayette geçen kısımdır. Mescid-i Aksa’dan göğe yükselme olayına da “Miraç” deniyor. Öyleyse yerden yere ve yatay olana “İsra”, yerden göğe dikey olana ise “Miraç” diyebiliriz.

Benim nezdimde “razı olunmuş” bir hayatın ödülü olan İsra ve Miraç olayları indiği döneme bakılırsa “Rahmani bir teselli” olarak göze çarpar.

Zira Mirac’ın gerçekleştiği zaman dilimi Alemlere rahmet olanın Hatice(ra)’si ve ona dokunulmazlık zırhı sağlayan amcası Ebu Talip’in vefatına denk gelen ve siyer kitaplarında “hüzün senesi” olarak anılan bir zaman dilimidir.

Özellikle Alemlere rahmet olanın dayıları olan, Mekke’nin adeta gıda ambarı niteliğindeki Taif’in, ayetin deyimiyle Yeda Ebu Leheb’in (Ebu Lehep ve avanesi) “boykot tehdidi” ile karşı karşıya kalmasıyla kucaklanmak yerine taşlanmasıyla birlikte; sabır adeta taşmış, gözler semaya yönelmiş ve yürekten kopan o sessiz çığlık, semada misliyle karşılık bulmuştur.

Bence burada verilen ilahi mesaj açıktır;

“Yerdekiler senin kıymetini bilmese de, sen semadakiler için çok kıymetlisin!”

Nitekim bu menfur olay karşılığında bunu yapanlara karşı verilecek ilahi azaba “ordan tek bir kişi dahi iman edecekse buna razı olmam, çünkü ben rahmet peygamberiyim” diyerek karşı çıkmış ve bu karşı çıkışla aslında ilerleyen süreçte Taif’ten çıkıp imanla nasiplenen yiğitlerin İslam’ın ilerleyişine katkısını sağlamıştır.

“İsra ve Miraç olayı nasıl oldu, ne şekilde oldu, cesetle birlikte mi oldu, yoksa sadece ruhani bir yolculuk muydu?” türünden iyice mitoloji bulaşmış ve herkesin aldığı eğitim, geçtiği tedrisle kendi doğrusunu parlattığı; aykırı düşünene ise “asla” yaşam hakkı tanımadığı konulara hiç girmeyeceğim. Zira bu konu 1500 yıl boyunca yeterince tartışılmış ve konuya ilişkin “genel” bir kabul zaten ortaya konulmuştur.

Ama benim bu süreçten anlam haritalarıma akan şeyler gayet nettir;

Birincisi; zorluk ve sıkıntıların arttığı dönemler, rahmetin en yakın olduğu dönemdir. Yani gecenin en karanlık olduğu vakit sabaha en yakın olduğu vakittir. Bu yüzden asla vazgeçme ve başına ne gelirse gelsin umutsuzluğa kapılıp İblis’in tebessümlerini süsleme.

Bir ikincisi ise gece yürüyüşü olmayanın; yani kendisiyle baş başa kalıp, vicdani muhasebesini yapmayanın; dünyaya geliş nedenini sorgulamayanın, bu sorgulamadaki çıkarımlarını yüreğine ve ömrüne yük etmeyenin, bu yükle gözlerine kum kaçmış halde gecelerini gündüz etmeyenin, insanlığın vicdan yükünü serçe kadar yüreğinde taşımayanların miracı olmaz.

“Uruc” kökünden gelen ve “yükselmek, yukarı çıkmak, yücelmek” anlamına gelen miraç ise şuurla, gayretle, samimiyetle çabalayıp “ahsen-i takvim” makamına yani insan olma şerefini elde etmek için insanlık davasına ait olanlara ve bu bedeli ödeyenlerin hakkıdır.

Üçüncüsü ise “sana emanet olarak verilen ne varsa, onlardan uzaklaştıkça sana onları verene ulaşacaksın” gerçeğidir.

Zira “verilenden ayrılmak onu vereni hatırlamak ve bu hatırlayışla verene yaklaşmaktır” ki bu gerçek, bugünkü tüketim hırsı ile kölesi haline geldiğimiz kapital çağın en çok kanayan yarasıdır.

Tüm bu anlatımlarımdan yola çıkarak da takdir edersiniz ki; özet olarak sunduğum bu çıkarımların bugün yapıldığı veya gösterildiği gibi sadece “bir geceye, bir ana, bir vakte” denk gelmesi mümkün değildir.

Zira “son nefese kadar kulluk” ilahi emri de buna işaret edip, inanmış kesimin son nefese kadar bir dinamizm içinde olmasını emretmektedir.

Peki “Miraç kandili” var mıdır?

Kandil, bizim kelime hazinemizde karanlığı aydınlatan demek…

Yani, bir insanın karanlıktayken önünü aydınlatabileceği ve ışığından faydalanabileceği eşya demek.

Ruh köklerimizi besleyen, bize rehberlik yapan dinamiklerimizde aslında olmayan; ama çok sonraları kendini bu dinin hamisi olarak görenlerce icat edilerek kutlanagelmiş Miraç Kandili dahil diğer kandiller de aynı amaca hizmet ediyor olsa gerek.

Peki neyi aydınlatacak?

İç dünyamızı…

Yüreğimizi…

Gönül coğrafyamızı…

Yürek Ülkemizi…

Sizce aydınlatıyor mu gerçekten?

Neyi besleyecek?

Vicdanımızı…

Merhametimizi…

Acziyetimizi…

Dürüstlüğümüzü…

Omurgamızı…

Onurlu duruşumuzu…

Peki besliyor mu gerçekten sizce?

Diyelim ki, bazılarının ısrarla Âlemlere rahmet olanın adına sözler icat ederek var olduğunu iddia ettiği kandiller var olsun.

Peki ümmetin sünneti olarak kutlanan bu kandiller inandığınızı iddia ettiğiniz Allah aşkına, neyi aydınlatıyor?

Bizim kendimizi kurtarma çabamızdan ve cennetperestliğimiz dışında kime ne fayda veriyor?

İslam dediğimiz değerler bütünü; her müslümanın aktivist olması gerektiğini emrederken ve hayata dinamizm katması gerektiğini ısrarla zikrederken bu mistik anlayış nereye kadar mitolojiden beslenecek?

Osmanlı döneminde icat edilen ve ondan ötesinde bir geçmişi olmayan bu manzumeler, madem bizim kendimizi besleyecek ve din dediğimiz değerler bütünü sadece bize yarayacak; binlerce sahabe neden evinden yerinden yurdundan binlerce km uzaklıkta ömrünü tamamladı?

Madem din kendini kurtarmak idi Âlemlere rahmet olanın ev sahibi Ebu Eyüp El Ensari(ra)’nin İstanbul’da ne işi var?

Bu kutsanan gecelerde gösterilen samimiyet, duyulan pişmanlık, dökülen gözyaşı yaşam süresince devam etmeyecek, yaşama renk katmayacak ve bir başkasının yarasına pansuman olmayacak ise iman dediğimiz kalem bu dünyaya ne yazar?

Kutlamayalım mı?

Rabbinle buluşma, secde etme, pişman olma, gözyaşı dökme, samimiyetle yalvarma, tövbe kapısına dikilme demek kimin haddine?

Sadece bu gece yaptıklarını / yapacaklarını yaşamının tümüne yay ki son nefesin senin miracın olsun.

Peki aslında dinde olmayan veya daha doğru bir deyimle sadece gelenek olan bir kandil veya zaman dilimi neden rağbet görür ve geleneğe bu kadar bağlı olan insanlar, asıl dini rükünleri neden rafa kaldırır?

Gelin şimdi de bunu irdeleyelim;

İlahi hitapta çok az kullanılan ama anlamı çok derin olan bir kelime var; HAMR.

Kimi mütefekkirlere göre “mayalanmış” anlamına gelen bu kelime Arapça’da daha çok “üzümden yapılmış şarap” olarak kullanılıyor.

Genel anlama baktığınızda ise ilahi hitabın emriyle yasaklanan şey “aklın örtülmesi veya aklı örten şey” demek.

Bir çok tefsir alimi “hamr” emrini sadece “içki” kapsamında ele alsa da; bence bu, o günkü bakış açısıyla kabul edilse de bugünkü anlamıyla çok daha geniş kapsama alanına sahip.

Öyle ya “aklı örten, kirleten, şuuru bulanıklaştıran, idraki zorlaştıran, gerçeğin üstünü örtmeye sebep olan” şeylerden bahsediyoruz.

Bunu sadece “içki” olarak ele alırsak da bence bu ‘derin’ kelimeyi çok ‘dar’ bir alana hapsetmiş oluruz.

Peki nasıl anlamalıyız?

Madem ki “aklı örten” şey olarak tabir ettik bence bu sorunun cevabı açık;

Seni yaşamayı üstlenmekten alıkoyan, vaktin çocuğu olarak çağın kanayan yaralarından uzaklaştıran, kendi özüne dönmene, kendini doğurmana engel olan, sana verilen kısa vadeli ömrü heba etmene engel olan her şey.

Mesela?

Televizyon.

Gereksiz kullanılırsa sadece insanın gölge ve karanlık yanını ısrarla empoze ettiği için HAMR.

Sosyal medya.

Gereğinden çok vakit harcanıyor ve senin “asli” vazifelerini engelliyorsa HAMR.

Oyun.

Özellikle yetişkinlerin artık müptelası olduğu uygulamalar kısıtlı zamanı heba ettiği ve kendini unutmanı sağladığı, aklını örttüğü için HAMR.

Kayıtsız şartsız “taraftarlık”.

Hakikati aklınla bulmak yerine çoğunluk yapıyor diye mensubu ya da tarafı olduğun her fikir, düşünce, ideoloji hakkaniyet kantarında “necis” olduğu sürece HAMR.

Sayın sayabildiğiniz kadar ve ilahi hitabın emriyle hepsi yasak.

Çünkü aklı örtüyor ve insanın “kendisi” olmasının önüne geçiyor.

Çünkü seni yaratan ve sana HAYY sıfatıyla can üfleyen kudret; senden “diri” bir akıl, “diri” bir ruh, “diri” bir zihin, “diri” bir bilinç, “diri” bir vicdan istiyor.

Ne dersiniz? Haksız mıyım?

Kandil veya cuma gecesi gibi “bonuslu” zaman dilimlerine bu kadar rağbet ediyor oluşumuzun sebebi; hamr yoluyla aklımızı örten şeylerin aslında farkında olduğumuz ve halen sol yanımızda buna dair bir pişmanlık, endişe taşıdığımız için bu pişmanlık ve endişeden mümkün mertebe en kısa sürede kurtulmak olabilir mi sizce?

Peki yukarıdaki kandil bahsinde geçtiği gibi “müslümanlar yüreklerindeki ateşe rağmen neden toparlanamıyor?”

Öncelikle şunu algılamak gerek bence.

İnsan, kişisel konfor alanından çıkmadan ne inandığı değerleri yaşayıp taşıyabilir ne de sahip olduğunu iddia ettiği davaya ait olabilir.

Zira inanç, dildeki iddianın kalpte yeşermesi ve bunun davranışa bürünmesidir.

Bu çerçeveden baktığımızda ise tablo netleşiyor;

Alemlere rahmet olanın(sav) yaşamında eminlik ve merhamet ön plana çıkıyor.

İkinin ikincisi olan Hz Ebukebir(ra)’in yaşamında sadakat ve infak kültürü,

Hz Ömer’in yaşamında adalet,

Hz. Osman’ın yaşamında edep ve haya,

Hz Ali’nin yaşamında ise ilim ve cesaret ön planda.

Rabbim hepsinden razı olsun.

Demek ki; Müslümanın “inandım” diyebilmesi için demek ki önce dürüst ve emin olması gerekiyor.

Sonra sadık olması ve dünya malına meyletmemesi, akabinde amasız bir adalet anlayışına sahip olması, sonra edep ve haya sahibi olması ve nihayetinde de cesur olması ve ilme sarılması gerekiyor.

“Ama O peygamberdi” diyenleri duyar gibiyim.

Evet o peygamber idi ve ilahi hitap onu “örnek bir ahlak” üzerine yarattığını beyan ediyor.

Örnek ne demek?

Günümüz tabiriyle prototip.

Yani bundan sonraki modellerin ona benzemesi için üretilen ilk ürün, ilk model…

Dolayısıyla mevcut tabloda bakın bu örnek insan, onun gibi olacaksınız, ona benzeyeceksiniz demek istenmiyor mu sizce de?

Anlattığım dört halife ise onun ahlâkının varisleri olarak ona benzemeye çalışarak, onun sancağını ve davasını taşımadılar ve yaşamlarını buna şahit kılmadılar mı?

Yanlış düşünüyorsam lütfen beni düzeltiniz.

Dürüst, merhamet sahibi, sadık, paylaşımı yaşam tarzı haline getirmiş, amasız adalete iman etmiş, edep ve haya sahibi, cesur ve ilim uğrunda adanmış birini kim yenebilir, böyle bir karakteri hangi ateş yakabilir?

Madem ki durum bu, az önce sorduğumuz “neden toparlanamıyoruz” sorusunun da cevabı bu değil mi sizce de?

Bugün kabul edelim ki hep söylediğim gibi kalbimiz başka söylüyor aklımız başka. İmanımız başka bir yere çağırıyor, yaşadığımız zaman başka bir yere. İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi.

Peki sonuç ne?

Öncelikle ne yaşanırsa yaşansın asla umutsuzluğa bürünüp İblis’in tebessümlerini süslemeyeceğiz.

Zira iman ediyoruz ki;

Her hainin karşısına bir Godayva; her Yezit’in karşısına bir Hüseyin, her Firavun’un karşısına bir Musa; her Nemrud’un karşısına bir İbrahim çıkacak ve insanlığın adalet, özgürlük ve anlam arayışı devam edecektir.

Bu yorgun ama dipdiri umuda rağmen zihni ile kalbi arasındaki “peki neden bugünkü tablo?” kavgasına cevap arayanlara da seslenmiş olalım;

Kendisini, ısrarla yüzlerce ayetinde “sevgi ve rahmet kaynağı” olarak tanıtan, “Rahmetim gazabımı geçti” diye müjdeleyen bir kudreti korku üzerine bina edilen duygularla sevdirmeye çalışırsanız insanın fıtratı gereği korku ile sevgi yazık ki aynı kalpte barınmaz; zira insan sevdiğinden korkmaz, korktuğunu ise sevemez.

Korkulacak olan Allah’ın zatı değil O’nun sevgisini, rahmetini, muhabbetini kaybetme korkusudur. Teşbihte hata olmaz bizim sevdiklerimizi üzmekten ödümüzün patlaması gibi bir şey bu. Çünkü hatamızın, yanlışımızın, kusurumuzun ucunda sevdiğimizin “sevgisini kaybetme” korkusu vardır.

Ama cennetin güzelliklerini anlatan onca ayeti atlayıp cehennem tehditleriyle “hocalık” yapan, gördüğü veya algıladıklarını onun gördüğü veya algıladığı gibi görüp algılamayanları “kafir, zındık, dinden çıkmış, katli vacip” gibi fetvalarla korkutan güruh, “nasıl”ından ziyade “niçin”ini, “şeklinden” ziyade “özünü” öğretmediği / öğretemediği için ve insan(lar) bu konudaki ödevini bizzat kendisi asıl kaynağından öğrenmek yerine başkalarından öğrenmeye hevesli bir toplumda yaşam sürdükleri için riayet değil rivayet üzerine bina edilen bir algının sonucu olarak bugün sözünü ettiğiniz tablolar kaçınılmaz oldu ne yazık ki.

Bu nedenle de statik kalıplarla düşünen, aynı popülistçe argümanları papağan gibi tekrar edip duran bir toplum var artık ve resmin bütünü bu toplumun içine sürüklendiği zihinsel ve duygusal erozyondan kendi çabasıyla çıkamadığını gösteriyor.

Hatta bir tık yukarı çıkıp üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın dünyada eşi benzeri olmayan zenginliğine rağmen dini anlama ve yaşama konusunda ciddi sıkıntılar olduğunu henüz fark etmiş bile olmadığımızı söyleyebilirim.

Bu noktada, işin ehlinin, ilim ve irfan sahiplerinin daha fazla yol gösterici olması gerekiyor.

Treni yeniden rayına sokacak olanlar onlar olabilir ancak onlar da birbirini tekfir etmekle programlanmış durumda.

Evet bu tabloları gördükçe eminim siz de benim gibi hissediyorsunuzdur;

‘Sanki durmadan dibi olmayan bir kuyuya düşüyoruz ve yıldızlar hep yukarıda kalıyor!”

Kimsenin hayatını, doğrularını reçete etmek haddim olmasa da (üzerime düşen uyarı vazifesinin sorumluluğundan kurtulmak adına) yanlış istikametlere doğru savrulduğumuzu görebilenler olarak (başta kendi nefsim) kendimizi ‘değişmez olan’ın rehberliğinde bir an evvel değiştirmemiz; tasavvurumuzu, ufkumuzu, idrakimizi, şuurumuzu, ahlâkımızı, hassasiyetlerimizi yeni baştan inşa etmemiz gerekiyor.

Bence bunun da yolu yaşadığımız çağı doğru okumaktan, aklımızı örten şeylerden kurtulmaktan ve bu okuyuşla yaşadığımız çağa olan borcumuzu fark etmekten geçiyor.

Fark edebilenlere selam olsun!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz